Stranger In Moscow





Alessandro Del Piero




Şut ve oyun tekniği, oyun görüşü olabilecek en üst düzeyde bir efsane... Bunları ikiyle çarpmalıyız çünkü sadece kendisi bu kadar şey yaparken bir de maç içinde takım arkadaşlarının performanslarına kattıkları var...

Topa hükmedenler arasında her zaman favorim olmuştur...




'İstikrar' kelimesinin eş anlamlısı!

-Juventus forması altında geçirilen aralıksız 18 sezon.

-671 (şimdilik) maç ile Juventus tarihinin en çok forma giyen oyuncusu.

-281 (şimdilik) gol ile Juventus tarihinin en çok gol atan oyuncusu.

-Serie A'da 202,  Şampiyonlar Ligi'nde 45, İtalya'daki kupalarda 26 gol...

-İtalya Milli Takımı'nda 91 maçta 27 gol...


-1 Serie A (21 gol), 1 Serie B (20 gol), 1 Şampiyonlar Ligi (10 gol), 1 İtalya Kupası (5 gol) gol krallığı...

-Juventus forması altında 5 Serie A şampiyonluğu (ki İtalya'daki meşhur şike operasyonundan sonra geçersiz sayılan 2 şampiyonluğu katmıyoruz hesaba)... 

-Juventus forması altında 1 Serie B şampiyonluğu (2006). Takımı şike operasyonu sonucunda küme düşürüldüğünde takımdan ayrılmayacağını açıklamış ve takım arkadaşlarını da takımda kalmaya davet etmişti. Devam eden süreçte bu şampiyonluk geldi...


-Juventus forması altında 1 Şampiyonlar Ligi, 1 UEFA Süper Kupa, 1 Kıtalararası Şampiyona Şampiyonluğu, 1 UEFA Intertoto Kupası...

-Juventus forması altında 1 İtalya Kupası, 4 İtalya Süper Kupası...

-Milli takım forması altında 1 Dünya Kupası (2006), 2 tane de U-21 Avrupa Şampiyonluğu...




Efsanevi, klasikleşmiş gol sevinci...



Bunlar işin sadece istatistiklere yansıyan kısmı... Bir de sahada hücum hattını yönlendirişi, üstün top kontrolü ve hakimiyeti, pozisyon süzmedeki başarısı ve mükemmel şut tekniği var işin içinde. Hem takım oyununa, hem sonuca, hem de estetiğe ve 'futbol sanatı'na yönelik oyun tarzıyla benim en iyiler listemde kendine üst sıralarda yer buluyor.

İstikrar abidesi dedik, evet bugün 37 yaşında Seria A gibi bir ligde ve takımı son zamanlarda pek boy göstermese de Avrupa arenasında muhteşem performans sergilemeye devam ediyor.




Büyük Kaptan, yeteneği ve kariyerinin yanı sıra sağlam karakteriyle  tanınıyor...



Biraz seyredelim...


Kronolojik sıraya göre seçme golleri...







İşin bir de duygusal, nostaljik yanı var. İlkokula yeni başladığımız dönemde, mahallede topun peşine koşarken ismini haykırdığımız, daha o yıllarda bile büyük yıldız olarak tanınan efsaneler arasında hala aktif futbolculuğu sürdüren belki de tek isim. Aklıma başka bir de Roberto Carlos geliyor.

İyi ki topa hükmettin Del Piero. Unutulmaz bir dönemin son temsilcisi, hatırasısın. Sen futbolu bıraktığın gün bir devir kapanacak. 


Ve o gün bizler yine zamanın hızına sitem edeceğiz...



Who Is It / Michael Jackson




Öyle bir şarkı ki on beş yıldan fazla süredir dinliyorum ve hala içinde yeni enstrümanlar, yeni ritimler, yeni sesler fark edebiliyorum. Veya her seferinde içinde barındırdığı ritimler, enstrümanlar, melodiler, vokaller arasından bir tanesini seçip ona yoğunlaşabiliyorum. Ve seçeneklerim çok fazla.


Evet bu şarkıyı duyduğum kısacık bir anda bile öyle büyük fırtınalar kopuyor ki içimde; bir müzik, bir melodi, bir eser daha duyulduğu saniye içerisinde insanın iç dünyasında nasıl  böylesine garip etkileşimler meydana getirebilir?!? Müzik coşkudan, huzurdan, keyiften, hüzünden, bunların hepsinden sebeple aynı anda, aynı süratle şuurunu kaybetme noktasına getirebilir mi insanı?


Bir şarkının sözleri bilinmiyorken bile hangi duygularla yapıldığı bu kadar net anlaşılabilir mi?


Dünyanın; size göre dünyadaki en güzel varlığı fark etmeden, onun varlığından habersiz dönüp durduğunu düşünüp düşünüp de işin içinden çıkamadığınız, böylece düşünce boşluğunda savrulduğunuz oldu mu hiç?


Bir insanın zihninde parlayan ufak bir melodinin, dallanıp budaklanarak böyle karmaşık bir esere dönüşmesi çok ilginç, çok mucizevi, çok sarsıcı geldi bana her zaman.


Benim görüşüme göre 'Who Is It' müzikte üst sınır. Daha ilerisi yok. Yapılmış ve yapılacak olan eserlerin en güzeli. Michael'ın da kendini aştığı nokta. En nihayetinde o da bir insan çünkü. Ve bu şarkı, dünyada insan elinden çıktığına inanılması en güç kayıt.


Onlarca muhteşem esere imza atmış bir insandı Michael.


Ve bir gün Michael'la karşılaşsaydım ona sadece şunu sorardım:


'Who Is It'i nasıl yaptın?


--------------------------------


Söz-Müzik: Michael Jackson
Prodüktör: Michael Jackson, Bill Bottrell
Albüm: Dangerous
Tarih: 1991
Dinle

La belle ferronnière / Leonardo da Vinci


Yıl: 1490 - 1496 
Malzeme: Ahşap Üstüne Yağlı Boya
Boyutlar: 62 cm x 44 cm
Sergi Yeri: Louvre Müzesi, Paris


Resime pek ilgim yoktur ama gördüğümde çok etkilenmiştim...


Brno

Fotoğrafta gördüğünüz şehir Çek Cumhuriyeti'nin en büyük ikinci şehri Brno. Biz şehre yanlış tarafından girmiş olacağız ki kendimizi bir korku filmi setinde bulduk.




Avrupaskerlik arkadaşım Gökay ile geceyarısı Viyana'ya varıyoruz. Gece konaklayıp ertesi gün hızlandırılmış şehir turu yaptıktan sonra akşam saatlerinde otobüsle Prag'a geçeceğiz. Bir gece önce Student Agency firmasının internet sitesinden bilet almaya çalışıyoruz, sistem izin vermiyor. Telefon açıyoruz, bileti otobüse binerken şoförden alacağımızı belirtiyorlar. Yapacak bir şeyimiz kalmıyor. Hostelimize dönüp uyuyoruz. Ertesi gün Viyana'yı olabilecek en hızlı şekilde gezdikten sonra otobüsün hareket edeceği yere gidiyoruz. Otobüsün geliş saatine yakın bayağı bir kuyruk oluşuyor. Nihayet otobüs geliyor fakat muvainden hiç yer kalmadığını öğreniyoruz. Yardım istiyoruz, bir saat sonra Çek Cumhuriyeti'nin bir başka kenti olan Brno'ya bir otobüsün hareket edeceğini söylüyorlar. Oradan da tren veya otobüs vasıtasıyla 2-3 saatlik bir yolculuğun ardından Prag'a varmak mümkünmüş. Böylece 'Brno' ismini hayatımızda ilk defa duymuş oluyoruz. Hemen telefonla bilgi alıyoruz, Brno'ya giden otobüste iki kişilik yer olup olmadığını soruyoruz. O sırada uzun boylu, uzun saçlı, at kuyruklu bir arkadaş 'üç' kişi olduğumuzu belirterek araya giriyor. Otobüste çok sayıda boş koltuk olduğunu öğreniyoruz ve beklemeye başlıyoruz. Bu bekleyiş esnasında da maceramızın eğlenceli yüzü olan arkadaşımızla muhabbete girişiyoruz.


Arkadaşımız Praglı bir barmen. Yirmili yaşlarının ortasında ve yanlış hatırlamıyorsam mimarlıkla alakalı bir bölümde okuyor. Viyana'ya geliş sebeplerinden en büyüğü de mimarisini incelemekmiş. Şehre hayran kalmış. Eğitimine burada devam etmeyi planladığından bahsetti fakat Almanca bilmediği için bu işe girişmeye pek cesaret edemediğini söyledi. Çocuğun İngilizcesi çok iyi değil, yavaş konuşuyor, kelimeleri hatırlamak için duraklıyor ama en nihayetinde anlatmak istediği şeyleri ifade ediyor. Çek birasını oldukça överek anlatıyor. Ayrıca Prag'te gidilecek en iyi eğlence kulüpleri hakkında tavsiyeler veriyor. Konunun pek ilgi alanımıza girmediğini ise kısa sürede anlıyor :)



Anlattığına göre, Viyana'ya bir arkadaşıyla birlikte gelmiş ama arkadaşı sarhoş oldukları bir gece bardan çıkıp gitmiş, gidiş o gidiş :) Bizimki içkisini sürekli tazeletiyormuş fakat sonunda hesap kendisine kalmış ve parası olmadığı için bardan atılmış :) Cebinde beş kuruş parası yokmuş ve bir hafta kilisede konaklamış. Her akşam rahiple diz çöküp dua etmişler ama işin ilginç yanını kendisi ifade ediyor: ''her akşam ellerimizi birleştirip yukarı bakarak (burada canlandırma da yapıyor) dua ediyorduk ama işin komiği tanrıya inanmıyorum!'' :) Kısacası filmlerde rastlanacak tiplerden birisiyle arkadaş oluyoruz :) Misafirperverliği karşısında rahibe cd çalarını hediye etmiş. Sonra bize bir teklif sunuyor: ''hiç param kalmadı otobüs biletlerimi siz alın, ben de size rehberlik ederek Prag'a varmanıza yardımcı olayım.'' Seve seve kabul ediyoruz çünkü Brno'da neyle karşılaşacağımıza dair en ufak bir fikrimiz yok ve ülkede Sovyetler Birliği'nin etkisini hala hissetmek mümkün. Dolayısıyla ekonomi, hayata yardımcı teknolojiler ve yabancılarla iletişim pek gelişmiş bir seviyede değil. Nihayet otobüsümüz geliyor ve yolculuğumuza başlıyoruz. Yeri gelmişken Student Agency firmasının otobüslerinin gördüğüm en konforlu araçlar olduğunu belirtmekte fayda var.




2-3 saatlik bir yolculuğun ardından gece yarısında Brno'ya varıyoruz ve adrenalin dolu saatler başlıyor. Bir 'çatı'nın altında iniyoruz. Etrafta sarhoş gençler var, arada gelip para dileniyorlar. Yeterince tedirgin edici!



Varış noktamız...




 Hemen yakında bulunan tren istasyonuna giriyoruz ve arkadaşımız bilet fiyatlarına bakıyor. Otobüse göre oldukça pahalı ama yolculuk süreleri arasında yalnızca bir ya da iki saat var. Otobüsü tercih ediyoruz ve başlıyoruz otobüs terminaline doğru yürümeye. Yürürken eşine korku filmlerinde rastlanacak bir köprü altından geçiyoruz. Tarif etmek gerekirse sağa ve sola doğru uzanmış bir çok kemeri bulunan bir köprü altı :) Dostum, burada herkes sarhoş! Terminale varıyoruz ve sürpriz! Bir bekçi dışında kimse yok terminalde. Dolayısıyla bilet gişeleri de kapanmış. Bir saat sonra Prag'a giden bir otobüsün geleceğini öğreniyoruz. Bileti yine otobüste şoförden alacağız ama bir başka sürpriz hakkında daha bilgilendiriliyoruz. Kredi kartı veya yabancı parayla bilet satışı yok! Haliyle bizim de yanımızda 'Çek Kronu' yok... Ne yapalım diye düşünürken polis devriyesi terminale geliyor. Bizden biraz ötede bulunan bir kişiden pasaport istiyorlar. Bu, Avrupa'da şahit olduğum ilk pasaport kontrolü. Sıra bize geldiğinde rehberimiz polislerle konuşuyor. Bizden pasaport istemiyorlar ve otellerde para değişimi yapma şansımızın olabileceğini belirterek yardımcı oluyorlar. Bölgede dikkatimizi çeken tek otele doğru, üç kafadar birlikte yürüyoruz. Şükür ki değişimi gerçekleştiriyoruz ve tekrar terminalin yolunu tutuyoruz... Bu arada arkadaşımızla sohbet ediyoruz. Bize ülkenin geçmiş ve mevcut durumlarından bahsediyor. Ruslara karşı büyük bir kızgınlığı var. Ülkesinin bağımsızlığını ilan ettiği devrime babasıyla birlikte katıldığını hayal meyal hatırlıyor ve bize gururla anlatıyor. Bu arada 'parasız' arkadaşımızın nasıl oluyorsa her seferinde bira almaya yetecek parası çıkıyor ve her fırsatta alıp içiyor. :) Bu durum beni tedirgin ediyor çünkü tek rehberimizin sarhoş olmasını istemiyorum. Dili hafiften dolanmaya başlıyor ama sarhoş olacak kadar etkilenmiyor bünyesi. Gecenin o saatinde bölgede açık olan tek yerler kumarhaneler ve kadınların dans ettiği kulüpler... Hatta kumarhane işi o kadar abartılmış ki dükkan büyüklüğünde gözleri bile kumarhane yapmışlar.




Sonunda terminale dönüyoruz ve otobüsü beklerken oturup biraz dinleniyoruz. Terminal açık hava terminali. Burada da Sovyetler Birliği'nden kalma bir hava var. Özellikle saatlerin eskiliği dikkatimi çekiyor. Sonunda otobüsümüz geliyor, biniyoruz ama otobüs o kadar iğrenç kokuyor ki hatırladıkça hala tiksiniyorum. Çareyi uykuya dalmakta buluyorum. Sabah saat 5 civarlarında Prag'a vardığımızda zar zor uyanıyorum. 


İniyoruz. Arkadaşımız bir taksi buluyor, taksiciyle konuşuyor ve gideceğimiz yere kadar ne kadar ücret tutacağını söylüyor. Kabul ediyoruz ve artık vedalaşma vakti geliyor. ''Sen ne yapacaksın?'' diye soruyoruz. ''Bu saatte eve gidilmez (babasıyla arası çok iyi değil), uygun bir yerde çadırımı kurar (yanında ufak bir çanta içinde çadır taşıyor) uyurum, polis gelse de sorun değil ne de olsa kendi memleketimdeyim!'' diyor. 


Artık fiziksel ve zihinsel açıdan o kadar yorgunuz ki fotoğraf çektirmek aklımıza gelmiyor. Ne bir iletişim adresi, ne de fotoğraf var. Hatta belki de isimlerimizi bile öğrenmedik.


Biz taksiye biniyoruz, o da arkasını dönüyor ve uzaklaşıyor. Arkadaşımıza dair son hatıram da bu.


Şimdi arada bir gezimizi hatırladığımda en çok hoşuma giden anının, daha önce adını bile duymadığımız Brno'da geçen bu ilginç gece olduğunu fark ediyorum...

Alıntılar...







''Denildiği gibi, zulmetmek insanların hamurunda vardır. Kuvvet onu meydana çıkarır. Âcizlik de onu gizler.''

                                                                                                                                                                                            Binbir Gece Masalları








''Onunla daha sonra Spor Dünyası programına çıktığımda, sadece kaşının yarılması yüzünden bana yapacaklarını yapamadığını söylemişti. Ben de ona rövanş için söz vermiştim. Rakiplerimin daima hakkıyla yenildiklerini bilmelerini isterim.''


                                                                                                                                                                                               Muhammed Ali         

                                                                                                                                          

Hayaller Gerçek Olunca...

 Öyle tahmin ediyorum ki Batman'la tanışmam Parliament Sinema Kulübü aracılığıyla olmuştur. Zaten Parliament Sinema Kulübü denilince aklıma iki film gelir: 'Batman' ve 'Léon'. Pazar gecesi... Ertesi sabah okul var. Banyo yapılır, tırnaklar kesilir, televizyonun karşısına geçilir. Ailecek 'Pazar Gecesi Sineması'nın keyfi çıkartılır...


Batman'i o kadar severdim ki babam siyah kumaştan Batman pelerini yapmıştı bana, arkasına da kağıda boyadığı sarı siyah logoyu yapıştırmıştık. Ve ben o pelerin sırtımda, evden dışarı çıkıp bizimle aynı mahallede oturan dedemlere gittiğimi hatırlıyorum :)

Muhtemelen böyle gözüküyordum :)

Daha sonra bir Batman oyuncağım daha oldu. Batmobile... Önündeki bir mekanizmanın hareket ettirilmesi sonucu ok atardı, bir de mavi ışığı yanardı. Arabanın dizaynı ise bana kalırsa en iyi Batmobile dizaynıydı.


Tüm bunları vaktinde 'Batman olabilmek' için ne kadar zorlu aşamalardan geçilmesi gerektiğini vurgulamak için anlattım. Tabi artık teknoloji gelişti ve 2009 yılında Rocksteady Studios firması tarafından kendimizi çok daha yoğun bir biçimde Batman zannedebilmemiz için bir oyun yapıldı. 

Batman: Arkham Asylum


Oyunun başlangıç videosunda Batman'in Joker'i yakalamış olduğunu ve teslim etmek üzere 'Arkham' akıl hastanesine götürmekte olduğunu görüyoruz. Tabi Joker yapacağını yapıyor ve bir şekilde tutsaklıktan kurtulmayı başarıyor. Joker'in bu firarı bizleri bilgisayar başına tutsak ediyor ve maceramız başlıyor :)


Oyunun tamamı Arkham'da geçiyor fakat tek bir binada değil. Geniş bir araziye kurulmuş tıbbi tesis, tedavi merkezi, cezaevi, botanik bahçesi ve bir konak maceramızı yaşayacağımız mekanlar.


Konuyu özetlemek gerekirse Joker'in her şeyi en ince detayına kadar planladığını ve bizi oradan oraya koşturduğunu söyleyebiliriz :) Joker'in firar ettiğini söylemiştik ama mekanı terketmiş değil, sürekli olarak tesisin monitörleri ve hoparlörleri aracılığıyla bizimle iletişim içerisinde :) Evet Joker sürekli olarak bizi oradan oraya sürüklüyor ve oyun boyunca benzer görevleri gerçekleştiriyoruz. Bu açıdan oyunun biraz sıkıcı olduğunu belirtmek durumundayım :)


Oyunda Batman'in düşmanlarından bir çok karaktere yer verilmiş. Benim favorim Scarecrow oldu... Sırasıyla Joker, Harley Quinn, Poison Ivy, Bane, Scarecrow, Killer Croc...





Şimdi gelelim ne kadar Batman olabildiğimize... 


Uçuyoruz...


Batarang fırlatarak düşmanlarımızı sersemletiyoruz...


Batclaw ile yüksek bir yerden yüksek bir yere, vb. geçiş yapıyoruz. Ayrıca dövüş esnasında düşmanlarımıza fırlatarak onları kendimize çekebiliyoruz.


Çılgıncasına dövüşüyoruz...


Yukarıdaki videoyu izlerseniz anlatmak istediklerimi biraz daha iyi anlarsınız :)
Sonuç olarak bu oyun bize Batman olmanın keyfini fazlasıyla yaşatıyor ve belki de kimilerinin hayallerini gerçek yapıyor. İkinci oyunun da 2011 Ekim'inde yayınlanacağı duyuruldu. Oyunun ismi Batman: Arkham City olacak... Eğer görevlere biraz daha çeşitlilik getirilir ve artık tecrübeli birer Batman olan bizlere güvenilip her türlü araç gereç teslim edilirse efsane bir oyuna imza atılmış olur. Bir de ilk oyunda nasip olmadı, ikincisinde mutlaka Batmobile kullanmak istiyoruz :) 

Umarım hayal kırıklığına uğramayız...